Kategori: Başka Konular

Ehven-i şerin peşinden koşarken: Neoliberalizm yorumları, merkeziyetçi yapı ve Dunder Mifflin (1)

The Office’in en iyi dizi olduğu hakkında şüpheniz varsa diziyi birkaç kez daha izlemenizi öneririm. Ne var ki bu yazının konusu bu dizinin mükemmelliği olmayacak. Merkeziyetçi yapısı hakkında daha sonra yazacağım fakat şimdilik bir akademisyenin neoliberalizm eleştirisine değineyim.

Diziyi burada hızlıca özet geçeceğim ama izlemeyenler pek bir şey anlamayacak. Dunder Mifflin diye bir kağıt şirketimiz, Scranton şubesinin başında Michael Scott ve kafası kırık çalışanlar var. 7 sezon patronluk yapan Michael yerini daha sonra Robert California adında bir deliye ve daha sonra şirket çalışanı Andy’e, en son ise Dwight’a bırakıyor. Dizi bir sit com olsa da popüler kültür göndermeleri aslında dönemin ekonomik yapısına da bol bol ipucu veriyor. Bu blogu yazma sebebim de şu: Dunder Mifflin Economics

Yazıdaki temel vurgu dizinin aslında sadece bir ofisteki komik olayları değil, hızlıca tekelleşen kağıt piyasasında ayakta kalmaları ve neoliberal bir ekonomideki konumları. Aslında neoliberalizm çok tartışılabilecek bir konu, o yüzden ben bunu burada detaylı yazacak değilim, zaten yapamam. Ne var ki neoliberalizm biraz “bana göre süt, o’na göre çikolata” olarak değerlendirildiği için ben asıl problemin bu olduğunu düşünmüyorum. Keynes’in kısmen, bazı akımların ise tamamen kamuya yüklediği ulvi görevlerin piyasalara bırakılması taraftarıyım, eğer başlangıçta fırsat eşitliği sağlanabilirse tabii. Bu aşamada bunu söylemek veya öngörmek zor.

The Office’in birçok bölümünde şirketin farklı evrelerine şahit oluyoruz. Bazen Scranton şubesi yüksek kârlara ulaşıyor, bazen kapanması söz konusu oluyor, bazen başka şubelerin çalışanlarını bünyesine katıyor (Karen mı Pam mi?), daha sonra Sabre, en sonunda da ilk patronları David Wallace tarafından satın alınıyor.

Mikro Dertler, Sıkıntılar

Bazı vurgular bu döneme kadar pek değişmedi aslında. Hemen hemen her çalışanın zaman zaman vurguladığı ekonomik sıkıntılar yanında 2008 krizine de şahit olan bu dizinin içinde bol bol gönderme var.

Michael aslında başlı başına birçok şeyi açık ediyor. İlk sezonlarda sağlık sigortası ve kısıntılara ait tartışmalar konu edilirken bir bakıyorsunuz Michael Scott ev alırken kredi çekiyor, 30 yıl boyunca kredi taksiti ödeyemeyeceğini daha sonra anlıyor. Bir ara part-time çalışırken ileride rakip olarak kendi şirketini kuruyor. Aslında üstteki tekel piyasa argümanını bu tek başına kırabilirdi ama Dunder Mifflin tarafından tekrar satın alınmasaydı Michael Scott Paper Company’nin zararına satış yaptığını ve batacağını da biliyoruz. Bir başka bölümde Micahel Scott’un depo elemanı Darryl’den sadece biraz daha fazla kazanmasının ortaya çıkması şirket içindeki merkeziyetçi yapı yüzünden ortaya çıkan bilgi asimetrisinin ciddi bir göstergesi. Birçok bölümde kimse şirketteki paranın ne kadarının prim olduğunun, neye harcandığının veya kime gittiğinin farkında değil. Gerçi o muhasebeci ekibiyle neyse…

Slumdunder Millionaire!

Bunun yanında satın almalar, kapanacak şubeler de gizli tutulmaya çalışılıyor, kısmen…Bilgi tek bir otoritenin elindeyse ortalığı birbirine katacak bir alt birim yoksa, belirli bir grup diğerlerinin maliyeti pahasına ciddi fayda elde edebilir.

Sonlara doğru Jim ve Darryl para kazanmak için Philadelphia peşinde koşarken Angela senatör (düzeltelim, state senator) ile ayrılınca evinden atılıyor. Genel eleştiri burada beyaz yaka işlerin yeteri kadar birikim yapılmasını sağlayamaması mı, yoksa yanlış harcamalar mı emin değilim. Sonuçta, Angela’nın çok sayıda kedisi ve bir çocuğu olduğunu da biliyoruz. Bunun yanında Jim ile Pam evlenmeden Jim ailesinin evini zor da olsa satın alabiliyor. Burada piyasadaki sorunların bireysel tercihler yüzünden kötüleştiği sonucuna varabiliriz diye düşünüyorum.

Belki ilgili eleştirilerdeki en önemli vurgu sendikalaşma tarafında. Depo çalışanları sendikalaşmak istediklerinde ve Michael bu durumu fişeklediğinde Jan kovulacaklarını iletiyor. Aslında bu eleştiri ile birlikte ele alınması gereken şey üstte belirttiğim ve ileriki bölümlerde göreceğimiz üzere patronun depodaki elemandan biraz daha fazla maaş alması. Kaosun içinde otoriteye başkaldırı istenmiyor. Şirketin Michael’a tutumunu ileriki bölümlerde Jan’in kovulması sürecinde de görüyoruz.

Bears, Beets, Battlestar Galactica

Tüm bunların yanında ailesinden bir pancar tarlası kalan, bir otel işleten Dwight var. Fizyokratlara girmeyeceğim ama tarım ve konaklama/hizmet sektörü her zaman kârlı olacak gibi…En sonunda bölge müdürlüğü ve en çok istediği sağdıç ile en çok mutlu olan da o gibi.

Bu yazı biraz kısa olsa da merkeziyetçi yapıya eleştiri kısmı uzun olacak. The Office absürt ve sert komedi anlayışıyla, dokunulmaması gerektiği düşünülen onlarca konuya bodoslama daldı ve televizyon tarihinde yerini aldı. Keşke hiç bitmeseydi ama tadında bitti de denebilir (that’s what…aman neyse).

Mutlu Olmak İçin Para Nasıl Harcanmalı?

Yüzyıllar önce Lao Tzu, para peşinde koşarsanız kalbiniz asla açılmaz demiş. Bazı ideolojilerin basitliği ve materyal sahipliğinin azalmasını teşvik ettiğini biliyoruz – Netflix’te belgeseli bile var – fakat hâlen tam olarak aradaki dengenin nasıl olması gerektiğini de çözebilmiş değiliz.

Hayatımız “para” kavramıyla çerçevelenmiş durumda; kazanıyoruz, harcıyoruz, yatırıyoruz, tasarruf ediyoruz. Benim gibi bu kavramı ve tarihsel sürecini ders olarak anlatmak durumunda olanlar da var. Gün geçtikçe de parayla olan ilişkimiz ve tartışma konuları dallanıp budaklanıyor.

Burada orijinal yazıya atıf yapalım, 1901 ve 2003 yılları arasında ABD hane halkının harcamaları 53 kat artmış. Burada tabii ki makroiktisadi bir bakış açısıyla analize dahil edilmesi gereken çok fazla değişken var (enflasyon, verimlilik artışı vb.) fakat bu harcamaların dağılımının nasıl değiştiği de önem taşıyor. Ne kadar harcamanın zorunlu ihtiyaçlara, ne kadarının lüks ihtiyaçlara yöneldiği ve tabir-i caize ne kadarının “boşa gittiği” bir tartışma konusu. Benzer verilerin de fazla geçmişe gitmese bile ülkemiz için de hesaplandığına eminim.

Texas Üniversitesi’ndeki Dr. Amit Kumar, sürekli tüketim isteğini “hedonik koşu bandı” olarak niteliyor. Her ne kadar biz mikro iktisatta bireylerin rasyonel olduğunu, azalan marjinal faydayı, doyum noktasını vurgulasak da bütçe kısıtı bile olsa sahip olduğumuz şeylere alıştıkça daha yenilerini elde etmek için bir motivasyon hissediyoruz, satın almakla elde ettiğimiz mutluluk zamanla körelip yerini yenilerine bırakıyor.

doyum yerine “tatmin” de doğru bir çeviri olurmuş

Elimizde olmayan bir şeyin daha fazla haz vereceğini tahmin veya ümit etmek yeni bir şey değil. Burada şu soru soru ortaya çıkıyor: Para saadet getirir mi? Bu sorunun cevabı karmaşık olmakla beraber tercihlere dayanıyor. Elbette ki bir Mercedes’in içerisinde ağlamak bir bisiklet üzerinde ağlamaktan daha iyi olsa da bu tüm resmi ifade etmiyor. Paranın bazı şekillerde kullanılması daha fazla mutluluk anlamına gelebiliyor.

Zaman

İktisat derslerinde hep söylediğimiz şeylerden biri fırsat maliyeti en yüksek olan şeyin zaman olduğudur. Her ne kadar teknolojiyle beraber anlık haberleşme, güçlü lojistik ağları ve yüksek verimlilik gibi birçok faktör hayatımızı kolaylaştırmış olsa da, zaman kimseye yetmiyor. Sırf gün içinde zaman yetmiyor diye bir intikam duygusuyla hayatı erteleyenler bile var. Belli ki, bomboş bir takvim bile bazen zamanın yeterli olduğu hissini veremiyor.

Bir araştırma, zamanın kısıtlı olduğunu hisseden insanların daha stresli olduğunu, başkalarına yardım etmek için daha az zaman harcadıklarını ve daha az aktif olduklarını öne sürmekte. Bununla beraber düzenli spor veya sağlıklı beslenme önündeki engellerin bir kısmını da buna bağlamışlar. Diğer taraftan fiziksel tüketim yerine “zaman satın almanın” – bir diğer deyişle zamandan tasarruf sağlayacak şeyleri tüketmenin – olumlu sonuçlarına değinen çalışmalar da olmuş.

Bir çok konuda olduğu gibi burada da sosyal anlamda toplumsal bir destek ağı önemliymiş, sosyal destek ölçeği vb. olarak çalışmalar var. Bu bakış açısıyla ev için temizlik hizmeti almak, zaman zaman dışarıdan yemek siparişi vermek, bir yere aktarmalı yerine doğrudan uçmak gibi zamandan tasarruf sağlayacak tercihler mutluluğu artırmaktaymış.

Burada önemli olan nokta ise bu zamandan tasarruf tercihlerini gerçekleştirirken geliriniz buna el vermiyor ise, yani fırsat maliyeti gereği ihtiyaç duyduğunuz başka bir şeylerden vazgeçmek durumunda kalıyorsanız, göstereceği etki yedek olarak tuttuğunuz – ekstra bir – parayı bu amaçla harcadığınız zamanki kadar ciddi bir etki olmayacaktır.

alt ekseni çevirmeyi atlamışım, “yıllık gelir”

2012’de yapılan çalışmalarda, psikologlar katılımcıların zamanlarının parasal değeri olduğunu düşünmeye hazır olduklarında, müzik dinlemek gibi boş zaman etkinliklerinde daha sabırsız olduklarını ve daha az zevk aldıklarını buldular. Bazı şeylere parasal değer atfetmenin pek de akıllıca olmadığını kardinal iktisatçılardan biliyoruz aslında. Katkıları önemli olsa da bazı konularda objektif bir ölçüt için gerçekçi olmayan birçok önkoşulu kabul etmek gerekiyor, bu da analizi anlamsız kılıyor. Bazen iktisadi değere odaklanmak elde edilen faydayı da olumsuz etkiliyor.

18 ülkeden 165 katılımcının olduğu bir çalışma ise iki bulguyla öne çıkmış. İlk olarak, iktisadi kaygılara odaklanmak o kadar da kötü değil. Para odaklı bireyler gerçekten üretken olmakla birlikte insanlara parayı hatırlatmak onları zorlu görevlerde ekstra çaba sarf etmeye, daha uzun saatler ayırmaya ve daha iyi performans göstermeye motive etmiş. Öte yandan, daha fazla çalışma, daha az sosyalleşme ve daha fazla psikolojik ve fizyolojik stres yaşama eğilimleri de artmış.

burada “teşvik” doğru bir çeviri mi oldu emin değilim, gri ise bir şey düşünmeleri istenmediği durum

İlk olarak, zamanı bir meta ya da bir ürün olarak ele almak gerekli. Araştırmalar, zamanını başlı başına sınırlı bir kaynak olarak gören insanların, tatlı yemek veya bir arkadaşıyla konuşmak gibi hayatın basit zevklerinden keyif alma olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösteriyor.

İkincisi, zaman kazandıran bir satın alma için savurganlık yapılıyorsa, bu ekstra dakikaları ruh halinizi yükseltecek bir şey yapmak için kullanmak gerekliymiş. Zaman ve mutluluk üzerine yapılan araştırmalar, insanların boş zaman etkinlikleri sırasında çalıştıkları veya ev işleri yaptıkları zamana kıyasla tipik olarak daha olumlu duygular yaşadıklarını göstermektedir. Egzersiz yapmak ve gönüllü olmak gibi aktif ve sosyal boş zaman biçimleri, TV izlemek veya şekerleme yapmak gibi daha pasif faaliyetlere kıyasla daha fazla mutlulukla bağlantılıymış ki altruizm tartışmaları ve bireylerin bencilce olmayan motivasyonları da araştırmalara sıkça konu ediliyor.

Deneyim

Burada aslında Kahneman’ın deneyimleyen benliğini de vurgu yapmak lazım. Bir TED konuşması mevcut, deneyimleri fiziki tüketime tercih ederken belki göz önüne almakta fayda var.

Her ne kadar maddi varlıklar uzun yıllar kullanılacak ve işe yarayacak gibi gelse de (planlı eskitme olsa bile) deneyimler de benliğimizde varlığını sürdürüyorlar, hatırlanıyorlar ve ilginçtir ki, çoğu zaman daha anlamlı tercihler oluyorlar.

İnsanlar bir şeyleri planlamaktan, beklemekten zevk alıyor. Yani bazen yol, varış noktasından daha değerli. Deneyimler genellikle diğer bireylerle de ortak olduğu için aidiyet duygusunu körüklüyor. Deneyimlerimiz de kimliklerimizin oluşumunda önemli bir rol oynarken az önceki Dr. Kumar, “Deneyimsel satın almalar, bir kişinin kimliğini ve benlik duygusunu daha fazla yansıtma eğiliminde” diyor ve ekliyor; “Eşyalarımız temelde kim olduğumuza çok bağlı değil. Biz deneyimlerimizin toplamıyız.”

Bu grafiği çok da anlatmaya gerek yok aslında. Ne tüketirsek tüketelim bir süre sonra verdiği mutluluk azalıyor. Ne var ki deneyimlerin oluşturduğu mutluluk fiziksel veya materyal tüketime kıyasla daha yüksek bir seviyede seyrediyor, daha az kayba uğruyor. Üstelik fiziksel ürünler belirli kriterler çerçevesinde birbirleriyle karşılaştırılabilir, hatta yarıştırılabilirken deneyimler kişiye özel mutluluklar sunuyor.

Pandemi sürecinde yapılan çevrimiçi buluşmalar, arada bir dışarı çıkıp menüdeki en ucuz yemeği tüketmek bile bu bakış açısıyla pahalı bir fiziksel ürün tüketimine kıyasla çok daha olumlu etkiler gösterebilir. Paranın satın alamayacağı bazı şeyler vardır…Geri kalan her şey için…Yok, bu yazının içeriğine kıyasla tamamen zıt bir slogan oldu.

Başkaları İçin Harcamak

Bazı çalışmalar bireylerin bir kısmının gerçekten bencil olmadığını (iktisatçılara altruizm şoku) ve zaman zaman başkaları için harcama yapmaktan mutluluk duyduklarını gösteriyor. Başkalarını düşünmenin fizyolojik olarak da kan basıncını düşürdüğünü, ölüm ve hastalık riskini azalttığını öne süren çalışmalar mevcut. Bu konudaki analiz merakı MR taramalarına kadar gitmiş. İnsanların oluşturduğu topluluklarda bu tür bencilce olmayan davranışların da diğerlerini de aynı şekilde davranmaya teşvik ettiğine dair çok örnek var ki davranışsal iktisatta da güven oyunu sıkça karşılaşılan ve üzerinde çalışılan bir sosyal deney.

Son olarak duygusal bağımız olan kişi ve kurumlar için harcama yapmak, paranın nereye gittiğini bilmediğimiz bir bağışa kıyasla daha fazla mutluluk veriyormuş. Beklendiği gibi.

Sonuç

Sonuç yok. İnsanlar biyolojik, psikolojik ve belki iktisadi anlamda tam anlamıyla çözülemeyecek kadar kompleks varlıklar. Deneyime dayalı, sosyal ağda bulunan bireyi ve çevresini güçlendirecek, mutlu edecek harcamalar materyalist yaklaşımlara kıyasla çok daha değerli.

Burada orijinal yazıdaki örnek de önemli, çünkü gri alanlar var. Eğer bir bisiklet grubuna katılıp her gün bisiklet sürmek istiyorsanız, ilk önce bir bisiklete ihtiyacınız var. Burada da bireyin ne istediğine karar verme ve planlama yeteneği gibi faktörler öne çıkıyor.

Yazıdaki son sözün çevirisi ile bitireyim;

Olumlu sosyal ilişkiler, insan mutluluğu için esastır – sosyal ilişkilerinizi geliştirecek [ve diğer insanlarla karşılaştırma yapmayı en aza indirecek şekilde] para harcayın.

Zaman Ötesi Bilgi Felsefesi Çalışma Grubu

“Zaman Ötesi Bilgi Felsefesi Çalışma Grubu”’na davet edilmekten onur duyarak bu toplantıya katılmayı kabul ediyorum. Adı da bir ilginç geliyor bana ilk duyduğumda: “Zaman ötesi”, aklıma ilk gelen şey post-modern düşünceler oluyor, belki de bu yüzdendir, ilk olarak algıladığım şey post-modern bir düşünceymiş gibi:

“Bilim kendi dil oyunlarını oynar; diğer dilleri meşrulaştırma yetisine sahip değildir.”

Jean-François Lyotard

Bu üzerine çok çalıştığım eski dostum Lyotard’dan başka kime ait olabilir ki? Tabi bir de Wittgenstein dil üzerine bu kadar eğilmişti ama düşününce bunu bu kadar kesin ve net bir biçimde ortaya koymamıştı, bu eklemeyi yapsa yapsa Lyotard yapmıştır. Aslında Lyotard’ın da dahil olduğu bu akımla ilgili bir çok görüş olsa da, temel olarak amacın moderniteyi aşmak olduğu kanısındayım. Kendilerinden önceye ait “hakim” ideolojileri ve paradigmaları kabul etmemek gibi cesur bir yaklaşıma sahip bu akımın kökenlerini tam olarak bulabilmek de değil. Bu akımın içinden bir çok kişi de kendilerini postmodern olarak tanımlamaz zaten, sadece postmodern düşünceleri vardır ve postmodern derken bir dönemden bahsederiz.

Lyotard’da bunu Postmodern Durum ile ortaya koymuştur ve biraz daha ileri gidersek postmodern felsefenin temeli bu eser ile atılmıştır. Yukarıda bahsettiğim gibi Lyotard çok ateşli bir biçimde önceki “meta”ların artık geçerli olmadığını, belirleyici ve kesin söylemlerden uzak durmak gerektiğini söylüyordu. Ama belki de en önemli söylediklerinden biri, evrensel bir üstdil olmadığıydı. Yani her dil, kendinden menkuldü. Önemli olan bağlamdı. Bu açıdan bakıldığında bilimsel bilgi kadar anlatısal bilgi de önemliydi, çünkü bilimsel bilgi dil oyunları içerirken anlatısal bilgi için böyle bir durum söz konusu değildi. Lyotard anlattıkça anlatıyor: tek bir hakikate, salt bir akıla, evrensel bir yaşam konumuna inanmak mümkün değildir. Sıkılıp yanından uzaklaşıyorum.

Daha sonra kulağıma –belki de şimdiye kadar eğitimi hep bu şekilde aldığım için – tanıdık bir önerme geliyor;

“Bir kavram bilimde kullanılıyor olsa bile, eğer duyumlara indirgenip tanımlanamıyorsa metafizik bir kavramdır.”

Ernst Mach - Vikipedi

Ne kadar da nesnel bir yorum! Bu olsa olsa positivist birine ait olabilir diye düşünürken haksız da çıkmıyorum. Anca 1800’lere ait olabilicek bir inatçılıkla dediklerini anlatan Mach’ı görüyorum. Ona göre duyumlar geçerli bir kanıt değil bilim için, psikolojik temelleri var. Nitekim kendisi de fizik olay ve psişik olay diye ikiye ayırmış olayları, sadece herkes için boşlukta var olanlar fizik olay olurken , bunların dışında kalanlar psişik olay kategorisine giriyor. İnsan Mach’a göre bir duyular yumağından ibaret(miş). Bilim duyumları betimlemek için kullanılsa da betimleme kavramı onun için; deney, sayma-ölçme ve şemalaştırma ile ortaya çıkmakta. Mach her şeyi dar bir çerçeveye almaya uğraşırken, O’nun yanında fazla kalmamın benim postmodern imajıma pek yakışmayacağını düşünüyorum.

Tam bu dar mantıktan kaçabildim derken aynı darlıkta bir ses kulağıma geliyor:

“Doğruluğunu apaçık bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul edemem.”

Rene Descartes

Tam bir “al birini vur ötekine”!  Ne var ki bu çok saygı duyduğum ve bir çok düşüncenin temelini atan bir felsefe adamı, Descartes. Fransız ama Hollanda’da yaşıyor.  En büyük düşmanının kuşkuculuk olduğundan bahsediyor bana.  Aslında biraz da çatışıyor gibi geliyor kendisiyle; kuşkuculuğu yok etmek için kuşkuyu kullanmak! Sonra da duyduğum kısmın sadece küçük bir parça olduğunu, izlediği metotları anlattığını fark ediyorum: “Aceleyle yargıya varmamak ve ön yargılara saplanmamak, şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavranan şeylere yer vermek, bölümlere ayırmak, düşünceleri sıraya göre yürütmek, genel kontroller yapmak…”.  Aslında ele aldığı problem de mantıksız gelmiyor bana: kesin ve kuşku duyulamaz önermelerin olup olamayacağını aramak.  O’na göre “düşünen ben” var, yani bunları yazarken ben bile farklıyım bedenimden. Her ne kadar düşünceleri bana uymasa da bilime ve felsefeye yaptıkları katkıları azımsanmayacak derecede olan Descartes’a saygıyla selam verip yanından ayrılıyorum.

Biraz sonra tanıdık bir yüz daha görüyorum, Derrida. Diyor ki;

“Anlam metin içinde donuk olarak okuyucuyu beklemez.”

Jacques Derrida | Mutlak Töz

Kendisi benimle parallel düşünüyor aslında. “Yapıbozum”’un babası diye tanıyor herkes onu. Amacı da basit aslında: yapıbozum ile moderniteyi yapısızlaştırmak. O’na göre modernitenin de amacı belli: Bir hakikati-özü aramak. Bu tür bir bakış açısı kendinden menkul, yansız ve saydam bir dile ihtiyaç duyar ve böyle varsayar. Bu anlayışı yıkmanın tek yolu da yapıbozumculuk.  Tersine çevirme ve yeniden oynatma ile de bu işlem “gerçek” kılınıyor.  Derrida aslında zıtlıklar üzerine kurulu bir dile ile ilgileniyor, bir olguyu ancak karşıt olgunun varlığı ve aralarındaki iktidar ilişkileri belirliyor. Bir okuycunun tüm bu anlamları somutlaştırması da başka bir şart.

Tanıdığım Wittgenstein’ın düşünceleri zamanla değişir. Ama önem verdiğim terimlerden biri ile, “dil” kavramı ile, söyleyecek bir kaç sözü olduğunu görüyorum:

“Dil olgular dünyasının bir resmidir.”

Wittgenstein

Wittgenstein’ı tanıyorsam düşünceleri kesin değişecektir ama yine de kulak veriyorum. Diyor ki; dil olgular dünyasındaki ilişkilerin aynısını yansıtan illişkilerle kelimelerin bir araya gelmesi sonucu oluşan bir şeydir. Bu açıdan bakıldığında bir tümce de gerçekliğin tasarımı demektir. Tüm bunları sağlayanın da “mantık” olduğunu önesürüyor. Üstelik garip bir şekilde dilin sınırları dünyanın da sınırlarını belirler diyor. Yetmezmiş gibi, bir cümlenin anlamlı olabilmesi için doğrulanabilir olması lazım diyor!  Düşüncelerinin zamanla değişeceğini ve en azından felsefe anlayışının bir parça farklılık göstereceğini tahmin ettiğimden fazla üstelemiyorum. O da post modernite ile doğru yolu bulacak diye kendime zıt bir önerme ile oradan da uzaklaşıyorum.

Bu düşüncelerden uzaklaşıp biraz da bilmediğim deryalara açılmak istiyorum, bu sefer bir non pozitivistin düşünceleri kulağıma çalınıyor:

“Bilimde nihai doğrulama ve nihai yanlışlama yoktur.”

Imre Lakatos

Aslında post modern akımdan etkilenmiş biri olarak bana çok da uzak gelmiyor bu cümle, yine de belirli farklılıkların olduğunu seziyorum. Bu sözün kime ait olduğunu araştırdığımda ise Lakatos’u görüyorum. Bilimin yanılabileceğinden bahsediyor. Gerçekten de haklı gibi.  O’na göre ortada bir teoriler zinciri var.  Ortaya BAP diye bir program atıyor.  Ampirik içeriğe önem veriyor. Ardıllıktan bahsediyor. Söylediklerinin bir kısmı pozitivistler ile kesişse de yeterli derecede farklılıklar olduğunu görüyorum.

Tam Lakatos’la hararetli bir biçimde konuşurken yanına aynı akımdan etkilenmiş biri daha gelip ortaya şu iddiayı atıyor:

“Hiçbir kuram alanındaki tüm olgularla uyuşmaz, yine de suçlanması gereken her zaman kuram değildir.”

Paul Feyerabend

  

Kendisi Viyana Çevresi’nden Feyerabend. İki temel katkısı var felsefeye: Ölçüştürülemezlik ve bilgikuramsal anarşizm. Ortak bir ölçütün yokluğundan ve bilimsel yöntemin var olmadığından bahsediyor bunlara paralel olarak. Asıl konuya geldiğinde ise olguların eski ideolojileri tarafından kurulduğunu; olgularla kuramlar arasındaki çatışmanın aslında bir nevi ilerlemeye yol açabileceğinden bahsediyor. İkisiyle de konuşmam sonrasında bir kaç temel şeyi görüyorum; pozitif ve normatif bilimler arasında fark görmüyolar, doğru ve geçerli tek bir bilimsel yöntem yok, evrensel nitelikte bir ölçüt yok, fizik kadar metafizik temeller de önemli, sözel analiz de matematiksel analizden daha aşağıda bir konumda değil. Her ne kadar post modernite ile ortak düşünceleri çok fazla olmasa da o yolda ilerlediklerini hissediyorum. Belki daha uzun yaşasalardı düşünceleri de farklılaşırdı.

 

Biraz da farklı şeyler duymak istediğim için Hermeneutik akımının öncülerinden Heidegger’in yanına gidiyorum. Aslında kendisinin de “varoluşçuluk” kavramının kurucularından. Konuyu da hemen buna bağlıyor:

”İnsanın varlık olmaktalığını başka varlıklardan ayıran, varlık olmaktalığına ilişkin varoluşsal farkındalığıdır.”

Heidegger

Bu söz üzerinde fazla düşünmeye gerek olmadığını hissediyorum nedense.  Tabi ki felsefeden önce felsefe yapanı, insanı ve insan varlığının doğasını tanımak ve kavramak gerekiyor bence. Post modern bir bakışa sahip olmam başka akımlardan etkilenmeyeceğim manasına gelmiyor! Heidegger’e göre eğer insanı yanlış anlarsak geri kalan her şey de yanlış anlaşılıyor. Bu yüzden ortaya ‘Dasein’ kavramını atıyor. O’na göre ‘varoluş’un tanımı gibi Dasein. Zamansallık ve oluş kavramlarının çok önemli olduğunu hemen kavrıyorum.  Çeşitli kaygılar da bir o kadar önemli, nitekim ancak kaygılara kulak veren insan varoluş kararını verip kendi özüne dönüyor Heidegger’e göre. İnsan ancak dünyayla birlikte varoluyor. Fark ediyorum ki, kendisi de “dil”e özel bir anlam yüklüyor.

 

Heidegger’in düşünceleri beni etkilemiş olmalı ki aynı akımdan etkilenmiş bir başka biri,  Gadamer’i ilgiyle dinlemeye başlıyorum:

“Anlama.. insani düşüncenin sahip olduğu diğer düşünme tavırları arasında bir tavır değildir; tersine o insanın varoluşunun temel hareketliliğidir.”

Hans Georg Gadamer - 1000Kitap

Bu bakış açısıyla anlıyorum ki, Gadamer anlama eylemini tasarıma bağlıyor. Bu anlayanın özgül tasarımı. Herkes anladığında kendinden bir şeyler katıyor. Bu açıdan baktığımda fark ediyorum ki Hermeneutik düşünürler öznel yaklaşımlara da açıklar. Bunun üzerine ben de onları öznel olarak değerlendiriyorum:  yorumbilgisine önem veriyolar, tarihselciler ve süreç kavramından yanalar. Tıpkı benim gibi onlar da bir “kurgu”dan bahsediyor, gerçekliğin subjektifliğinden dem vuruyorlar. Kesin ve katı kurallara karşılar. Gadamer de tıpkı biz post modern akım düşünürleri gibi dile bir anlam yüklüyor, her ne kadar tam olarak aynı şeyleri söylemesek de bu hoşuma gidiyor.

Birçok farklı aklım tanıdıktan sonra gözüme tanıdık birisi ilişiyor: Baudrillard. Medya hakkında biraz takıntılı kendisi. Her zamanki söylemlerinden birini duyuyorum:

“İnsanlar yığın halinde işaretlerle uyumlu olarak yaşamaktadırlar.”

Jean Baudrillard - Arthipo

Bu “yığın” haline gelen insanlardan medyayı sorumlu tutuyor kendisi. Pek haksız da sayılmaz. Bilginin iktidarı bu kadar önemliyken bir iktidar aracı haline gelen medya anlayışı bana pek de uzak değil. Modernite döneminde oluşan tüm şeylerin post modernite döneminde anlamını yitirmesi, “içe doğru patlama”,  bana uzak bir kavram değil.  Ben de “gerçek” yerine “gösteri” ile ilgilenen “çağdaş” toplumlardan birinde yaşıyorum sonuçta. Aklıma “Truman’s Show” geliyor Baudrillard’ı her görüşümde.

Bu toplantıda ne kadar çok post modern akıma mensup düşünür varmış diye düşünürken, bir başka tanıdık yüz, Foucault’u görüyorum. Biz post modern düşünürler için iktidar anlayışı çok önemlidir ama sanırım Foucault için yeri ayrıdır:

“İktidarlar bilgi yoluyla yeni faaliyet alanları ve tipleri yaratırlar.”

Michel Foucault

Bilgi ve iktidar anlayışı post modernitede ayrı bir yer tutar.  O’na göre söylem-iktidar-kontrol ilişkisi çok önemlidir. Modern iktidar biçimlerini de tanımlamaktan tutamamış kendini bu toplantıda gördüğüme göre. Muhtemelen şöyle devam edecektir; bireysel öznelliğin iktidar ürünü olduğundan bahsedecek, hatta ortaya her yerde söylediği “ölmüş öznellik” kavramını atacaktır. Aslında haklıdır da, bilgi iktidarı, iktidar da insanların ne düşündüğünü belirlemektedir. Bilgiye sahip olan hakimiyete de sahip olmaktadır. Bunun sonucunda birey artık rasyonel, bilinçli veya tutarlı değildir.

Bir uçtan diğer uca atlamaya karar veriyor, Popper’ın sözlerine kulak veriyorum:

“Sınanmayan bir önerme , bilimsel olamaz.”

Karl Popper

Popper aslında en çok önem verdiği şeyi bir çırpıda söylüyor: Sınanabilirlik. Aslında bu yanlışanabilirliğin bir uzantısı gibi düşünülebilir. Sınanamayan bir önerme yanlışlanamayacağı için de bilimsel olma özelliğini kaybediyor Popper’a göre. Sanırım toplantıdaki bir çok kimse onunla aynı fikirde değil.  Bilim doğruyla özdeşleştirilemediğini kabul eden Popper yine sınanabilirliği ön plana çıkartıyor. İçeriğe de sınanabilirlik gözüyle bakıyor. Anlıyorum ki Popper olaylara çok dar bir açıdan yaklaşıyor, post moderniteden çok uzakta…